Daha önceki Black Mirror analizlerinde olaylar örgüsünü temel alıp analiz yapmıştım. Tabi bu analizlerde bizim derslerde yaptığımız teorik incelemelere çok fazla girmiyorum. Sadece bir bakış açısı gösteriyoruz o kadar.
Engin bize gelen bazı yorumlardan rahatsızlık duymuş. Dedim rahat ol daha çok duyacaksın. Bernard Shaw’un bir sözü vardır, herkes tarafından beğenilen bir oyunda köklü bir yanlışlık vardır. Eleştiri olacak, eleştiri güzeldir, ama mantıklı yerinde ve tutarlı… Kimileri sırf klavyenin arkasına saklanmış önüne gelene saldırıyor. Tedavisini bizde bulamaz. Ona yapacak bir şey yok.
Neyse gelelim Black Mirror’un Bandersnatch adlı filmine.
Spolier vermeyeceğim çünkü yeni bir film. Ama yine de isterseniz önce Black Mirror Bandersnatchfilmini oynayın ondan sonra bu videoyu seyredin. Bakın farkettiyseniz filmi izleyin demedim. Oynayın dedim. Evet bu film izlenmiyor, oynanıyor.
Önünüze sürekli seçenekler çıkıyor ve siz interaktif bir şekilde filmin sonraki sahnelerine yön vermiş oluyorsunuz. Sinema açısından çok inovatif bir şey. Ama edebiyatta o kadar da yeni değil.
“Kendi maceranı seç” denen bir kitap türü var. Mesela Edward Packard’ın The Cave of Time yani Zaman Mağarası adlı kitabı. Bakın kitabın kapağının üstünde okuyucuya hitaben “you are the star of the story” yani “hikayenin yıldızı sensin” diye yazıyor. Hemen altında da “40 olası sondan seçin” diye not düşülmüş. Ve bu kitap ilk ne zaman yayınlandı biliyor musun tam 1979 yılında. Bu kitap türlerine gamebook yani oyun kitabı da deniyor.
Bu tür metinlerde, buna tabiki Black Mirror Bandersnatch de dahil, iki tane önemli unsur var. Birincisi anlatıcı ikincisi de hypertext fiction dediğimiz kavram.
Bakın derslerde genellikle first person narrator yani birinci Kişi ağızıyla anlatım ve third person narrator yani üçüncü kişi ağızıyla anlatımdan bahsederler. Aradaki second person narrator yani ikinci kişi ağızıyla anlatımın üzerinde çok durulmaz.
Birinci kişi ağızıyla anlatım dediğimizde bize hikâyeyi anlatan ana karakterdir ve genellikle güvenilmez olurlar çünkü biz okuyucular olayları sadece onun penceresinden izleriz. Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su gibi…
Üçüncü kişi ağızıyla anlatım da ise anlatıcının tanrısal bir gücü vardır. Herşeyi görebilir, insanların düşüncelerine girer, duygularını bilir. Mesela Jane Austen’ın Pride and Prejudice yani Gurur ve Önyargı adlı romanı. Gerçi bu anlatım türünün detayları da var ama ona şimdi girmeyeyim.
Gelelim ikinci kişi ağızıyla anlatıma, işte bu tür tam da Black Mirror Bandersnatch filmine uyuyor. Niye biliyor musunuz? Çünkü bu anlatım türünde izleyici veya okuyucu aktif bir karakter oluyor. Metin direkt izleyiciye veya okuyucuya hitap edebiliyor. Bandersnatch’de olayların akışına yön verebilecek kadar ana karakter izleyicilerle etkileşim haline giriyor. Böylece izleyici olarak bizim de olaylar örgüsünün izlencesinde bizim de söz hakkımız oluyor. Ama şimdilik sınırlı sayıda. Yani sadece her defasında iki tane seçeneğimiz oluyor. Ve sadece ana karakterin kaderinde seçme hakkımız oluyor. Kimbilir belki de ilerde sonsuz ihtimali olan ve diğer karakterler için de seçim haklarımızın olacağı eserler yapılır.
Gelelim hypertext fiction’a. Yani hipermetin kurguya. Bakın bu hipermetin denen kavram da bu filmde hak ettiği yeri buluyor.
Aslında bu hipermetin dediğim kavram dijital edebiyat denen yeni bir türün içinde bulunuyor. Dijital edebiyat derken i-padinizden okuduğunuz pdf formatındaki kitaplardan bahsetmiyorum. Dijital edebiyat dijital ortamlar için yaratılmış bir tür. Dolayısıyla kendisine ait bir göstergebilimi var. Etkileşimli bilgisayar metinlerinin genel adı diyebiliriz. İçinde etkileşimli kurgu, hipermetin kurgu ve sibermetin dediğimiz kavramlar mevcut.
Size bir şey söyleyeyim mi? Biz izleyiciler bu filmde deneyimlediğimizi bilgisayar karşısında sürekli deneyimliyoruz. Nasıl biliyor musunuz anlatayım:
Mesela elinize bir standart roman alıp onu okumaya başladığınızda elinizde sadece bir metin vardır. İster ara verin ister vermeyin, romanın konusunu sayfaları sırasıyla çevire çevire okur ve bitirirsiniz. Burada okuyucu ve yazar arasındaki fark çok nettir. Kitabı yazana yazar denir, okuyana okur. Ama gelegelelim hipermetin de işler böyle yürümüyor. Çünkü ekranda önünde duran metni okurken metnin içinde bulunan başka bir linkle kendi okumanızı bambaşka sayfalara yönlendirebiliyorsunuz. Yani aslında bir bakıma hem okuyucusunuz hem de yazar. Çünkü okuduğunuz metni aynı zamanda kendiniz yaratıyorsunuz. İşte buna hipermetin deniyor.
Bandersnatch’e geri dönecek olursak, bu film, izleyiciyi interaktif etkileşim sayesinde sadece izleyici konumunda tutmuyor, onu aynı zamanda bir senarist de yapıyor. Yani hem filmi izliyorsunuz hem de yaratıyorsunuz.
Yüzyıllardır önümüze hep seçme hakkımız olmayan filmler koydular. Bu tarzda filmleri düşünürken aklıma Kelebek Etkisi geldi. Bu filmde interaktif bir durum yok ama karakterin her tercihinde kaderinin nasıl değiştiğini deneyimleyen bir filmdir.
Başka mesela Sliding Doors vardır. Türkçeye Raslantının Böylesi diye çevirdiler. Bu filmde ana karakterin treni kaçırdıktan sonraki hayatıyla, treni kaçırmadanki hayatının arasındaki farkları gösterir. Bir de Koş Lola Koş vardır. Bu filmde de 3 farklı alternatif son gösterilir. Bunların hepsini seyretmenizi tavsiye ederim.
Verdiğim film örnekleriyle daha önce alternatif sonları gösteren filmlerin olduğunu göstermek istedim. Ancak Bandersnatch, tercihi bize bırakmasıyla müthiş bir yenilik yapıyor. Dediğim gibi spoiler olmasın diye filmin detayına inmeyeceğim. Ama ilginizi çekebilecek birkaç konuya değineyim.
Bandersnatch adı ana karakter Stefan’ın okuduğu kendi maceranı kendin seç türünde bir kitap. Bu kitabın konusunu bilgisayar oyununa uyarlamak istiyor. Stefan’ın okuduğu bu kitabın yazarı Jerome F. Davies. Gerçekte ne böyle biri var, ne de Bandersnatchadında bir kitap. Ama Bandersnatch adı başka eserlerde kullanıldı. Nerede biliyor musunuz? Alice Harikalar Diyarında’nın yazarı Lewis Caroll’un Aynanın İçinden adlı romanında. Bandersnatch boynunu uzatabilen ve korkunç bir çeneye sahip bir yaratıktır. Yapılması tek gereken bir şey vardır. O yaratıktan kaçmak.
Ama Bandersnatch adını kullanan sadece Lewis Caroll değildi. 1980’lerde teknoloji yavaş yavaş bilgisayar oyunlarıyla, oyun konsollarıyla evlerimize girmeye başlamıştı. Ve gün yüzü görememiş bir oyun vardı, adı: Bandersnatch. Posteri hazırlanmış ama bir türlü piyasaya sürülememiş. Liverpool’da Imagine Sofware adında bir şirket ekonomik sebeplerden dolayı oyunu hayata geçiremedi. Ve Bandersnatch ilk megagame denen role-playing içeren oyunlardandı aslında. Ama şirket bu krizden dolayı tam 9 Temmuz 1984 tarihinde Bandersnatch oyununun tüm operasyonlarını durdurdu. Yani Black Mirror Bandersnatch filminin konusunun başladığı gün.
Imagine software şirketi iflas ettikten sonra Finchspeed adında başka bir şirket Bandersnatch’in hakklarını satın aldı ve Brataccas’adında yeni bir oyun çıkardı. Bu yeni oyun Atari ST, Amiga ve Macintosh’larda oynanabiliyordu. Brataccas oyununu bir oynayın bakalım filmin konusuyla bir benzerlik var mı?
Şimdi filme geri dönersek, aslında film bir bakıma Imagine Software şirketinin hayat hikâyesini içeriyor. Bu anlamda filmdeki yazılım şirketi Tuckersoft’un, Imagine Sofware adlı şirketi temsil ettiğini söyleyebiliriz. Zaten filmin bazı sonlarında oyun piyasaya sürülemediği için Tuckersoft şirketi de batıyor.
Bu yaklaşımlar tabi ki filmin konusuna biraz tarihsel süreçten baktığımızda ortaya çıkıyor. Ama film izleyicilerin iştahını kabartacak başka tematik öğeler de içeriyor.
Mesela seçimlerimiz bizi gerçekten özgür kılıyor mu? Yoksa önümüze konan seçenekler kadar mı özgürüz? Filmde sürekli bize iki seçenek sunuluyor. Ve biz Stefan’ın hayatına yön veriyormuşuz gibi hissediyoruz. Aslında film bazı çıkmazlarda olaylar örgüsünü tekrarlayarak seçenin de seçilenin de bir kısırdöngü içinde olduğunu gösteriyor. Zaten distopya da buradan başlıyor.
Filmi oynarken hoşuma giden bir şey de metafiction yani üstkurmacadediğimiz tekniği kullanması.
Üstkurmaca, okuyucuyu veya izleyiciyi okuduğu veya izlediği şeyin bir kurmaca eser olduğunu fark ettirmesidir. Mesela filmde Stefan bir sahnede bilgisayar başındayken “Kim yapıyor bunu bana” diye soruyor. https://www.youtube.com/watch?v=rZi9BipcaOQve önünde iki tane seçenek çıkıyor. Birincisi Netflix, ikincisi Bandersnatch. Böylelikle Stefan iki farklı otoritenin onu yönlendirdiğini gösteriyor. Kendisini yaptığı işe kaptırmasıyla beraber, yaşadıklarının sanrı da olabileceğini de düşündürürken, öte yandan kendisinin kontrol edildiğinin de farkına varıyor.
İşte film bu noktada bir Truman Show havası estiriyor. Sadece biz onunla değil o da bizimle iletişime geçmeye çalışıyor. Ve hatta George Orwell’in 1984 adlı distopik romanındaki “Big brother is watching you” havasına giriyor. Hani şu bütün her şeyi izleyen ve yönlendiren otorite var ya. İşte o. Film bu sahnede izleyici ile oyuncular arasındaki varsayılan dördüncü duvarı tam anlamıyla yıkıyor.
Şimdi bazıları bana kızıyor Tanrı kelimesini kullandığım için ama yeri geldiğinde bu güçlü metaforu başka bir kelime doldurmuyor. Onun için yine kullanacağım. Film, izleyici ile Stefan arasında resmen bir diyalog kuruyor. Bu diyalog da biz izleyiciler Stefan’ı izleyebiliyoruz ama o bizi izleyemiyor. Biz onun için gizemli bir gücüz. Sanki onu yönlendiren bir tanrı gibiyiz.
Özgür irade nerede başlar nerede biter? Hayatına yön veren misin? Yönlendirilen mi? Oyun mu oynuyorsun, yoksa oyunun içinde bir karakter misin? Belki de Shakespeare şu sözünde çok haklıydı:
“Bütün dünya bir sahnedir… Ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu… Girerler ve çıkarlar.”
netflix.com